Abdullah Büyük Ramazan ayı sebebiyle 40 Hadis'le yenilenmek

Üzerimize giydiğimiz elbiselerin eskidiği gibi, imanımız da eskiyebilir. Eskiyen bir imanın yenilenmesi, "La ilahe illallah" ile mümkündür.

Kelime-i Tevhid dediğimiz "La ilahe illallah" bir insanın kalbine girerse, o insanın hayatı değişir. Tevhidin yansıması başlar... "Allah'tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed, Allah'ın Rasulü'dür" inancı, hayata yansır... Sosyal hayata, iktisadi hayata yansır... Aile hayatına ve ağzımıza aldığımız lokmalara yansır. Kıyafetlerimize ve hukukumuza yansır... Seyahatimize ve alışverişimize yansır.

İşte, böyle bir tevhid inancının aslı, kökü sabittir... Bir ağaca benzetecek olursak; dalları, meyveleri, yaprakları ise yukarıdadır, semadadır...

Şimdi bir ağaç gibi kökü sabit olan ve dalları semada olan Kelime-i Tevhid'in yansımış olduğu yerleri özetleyerek ve 40 Hadis'le ele alarak taşımış olduğumuz kimliğimize bakalım... İmanlı insanların taşıdığı hakiki hüviyetin ne olduğunu bizzat Peygamberimiz'in o güzel ağzından dinleyelim. Ve böylece bir ay boyunca birlikte olacağımız Ramazan ayının gece ve gündüzlerini, yenilendiğimiz hüviyetimizle ihya etmeye çalışalım:

1- Müslümanlar yeryüzünde Allah'ın şahitleri olarak yaşarlar. Müslim

2- Halkına zulmeden yöneticilerin fikirlerini ve benimsedikleri hayat tarzlarını reddederler. Taberani rivayeti

3- Allah'a iman ettikten sonra; tekrar inkara, küfre dönmeyi, cehenneme girmek olarak görürler. Buhari

4- Müslümanlar öyle kimselerdir ki, onların gerek elinden ve gerekse dilinden insanlar kurtulur, felaha erer. Müslim rivayeti

5- Onlar (Müslümanlar), işledikleri günah sebebi ile iç sıkıntısına düçar olur ve bir an evvel ondan kurtulmak isterler. Mişkat

6- İslamiyet'e aykırı ve ters olan her şeyi elleriyle veya dilleri ile, buna da güçleri yetmezse, kalbden buğzeder ve düzeltmeye çalışırlar. Tac

7- Tüm yaşayışlarında severlerse Allah için severler, buğzederlerse de yine Allah için buğzederler. İbn Mace

8- Bir mevzu üzerinde konuşacak olurlarsa, muhataplarının akılları seviyesine göre konuşurlar. İbn Asakir

9- O mü'minler müşriklere karşı, elleriyle, dilleriyle ve mallarıyla mücadele ederler, savaşırlar. Ahmed-el Müsned

10- İslam cemaati içerisinde yaşamak dediğimiz bey'atli yaşamayı hedefleyip, buna aykırı olarak yaşamayı cahiliye ölümü olarak görürler. Ahmed-el Müsned.

11- İslam ölçüleri içerisinde severler ve herkes tarafından sevilirler... (Not: Müslümanları tanımayanlar, onları sevmezler.) C.Sağir

12- Toplumun içerisinde bulunduğu sıkıntıların içerisine girerek yaşar ve onların sıkıntılarına katlanırlar... C. Sağir

13- Ahiret gününde hesaba çekileceklerine inandıkları için, hesaba çekilmeden evvel bu dünyada nefislerini hesaba çekerler. Tac

14- Samimi olarak şehit olmayı Allah'tan isterler ve o makamla Yüce Allah'a kavuşurlar. Müslim

15- Ehl-i müşrike karşı bir tebliğci olup, onlarla ihtilattan şiddetle sakınırlar. Ebu Davud

16- Fayda vermeyen ilimden, bilimden Yüce Allah'a sığınırlar. İbn Mace

17- Temel vasıflarındandır. Onlar, kolaylaştırırlar, zorlaştırmazlar. Ve yine müminler müjdelerler, nefret ettirmezler. Buhari

18- Dalkavukluk yapanlara kat'iyyen iltifatları yoktur... Dalkavuklara yüz vermezler. Fey.Kadir

19- İkiyüzlü olan münafıklara, çifte standart uygulayanlara yağcılık yapmazlar. Böyle yaparlarsa, Rabbimizin kızacağını bilirler. Terğib ve Terhib

20- Cihad ruhu almamış bir ölümün, münafıklıkla biteceğine inanırlar. Bul.Meram

21- Cenneti, kılıçların gölgesinde görürler. (Günümüzde kılıcın yapacağı görevi yapan her şeyi kılıç gibi görürler.) Tirmizi

22- Bir deve sağımı müddet kadar da olsa cihad edecek olurlarsa, cennetin kendilerine vacib kılınacağı imanıyla yaşarlar. Nesei

23- Kendilerine yabancı olan kadınlarla tokalaşmayı, nefislerine yasaklayarak yaşarlar. Damad

24- Gerçek muhacir olmayı, hata ve isyanlardan uzak kalarak yaşamak olduğunu bilirler. İbn Mace

25- Zalimlerin yaptıkları zulümlere ortak olmanın, İslam ümmeti vasfını kaybettireceğine inanarak hayat sürerler. Nesei

26- Kendilerini bağlayıcı kaynağın tek olarak, Kur'an ve Sünnet olduğuna iman ederek hayat sürerler. Muvatta

27- İman etmenin kupkuru bir temenni ve içi boş birtakım sözler olamayacağı gerçeğini hep göz önünde tutarlar. Fey. Kadir

28- İyiliklerin emredilmediği ve kötülüklerin yasaklanmadığı bir zemin oluşursa, işte böyle bir zeminde zalimlerin iş başına geleceğini bilirler. R. Salihin

29- Allah yolunda bir tek gün nöbet tutmanın, dünyalar dolusu amel etmeye denk olduğunu bilirler. Buhari

30- Peygamberimiz'i canlarından, mallarından ve her şeylerinden daha çok severler... Müslim

31- Müslüman kardeşinin başına bir musibet geldiğinde onunla ilgilenip, onu terketmeyen bir kişiliğe sahiptirler. Ramuz

32- Müslüman kardeşine sırt çevirmeyen, malına haset etmeyen bir hüviyete sahiptirler. C.Sağir

33- Neye ve kime bakarsa baksın, Allah'ın nuru ile bakan bir özelliğe sahiptirler. Ramuz.

34- Mü'min kardeşini sadece ve sadece Allah için severler. Müslim

35- İnsanlar (Münafıklar) kendisine "aklını kaçırmış" deyinceye kadar Allah'ı zikrederler (O'nu hatırlayarak yaşarlar). C. Sağir

36- Her türlü günahı işleseler de kat'iyyen yalan konuşmayanlardır. Ramuz

37- Müşriklere karşı, hal ve hareketleriyle, söz ve tavırlarıyla her zaman muhalefet ederler... Buhari

38- Müslümanlar ancak, kendisine uygun olan idarecilerini severler. Deylemi

39- Fitne-fücur dönemlerinde sünnete sarılarak yaşamanın yüz şehit sevabına denk olduğuna iman ederek yaşarlar. R. Salihin

40- Kalbleri düzgün olursa, tüm vücud ve vücud uzuvlarının düzeleceğine inanarak yaşamayı hedeflerler... Buhari

İstikbalden ümitli, davasına bağlı, İslam'ın kölesi olan Müslümanların özelliklerinden sadece bir demet sunduk.

Terbiyeli, nazik davranan ve azimli Allah eridir Müslümanlar.

Sözüne güvenilir, kendisine itibar edilir ve dünyanın ayakta kalması, Müslümanların varlığına bağlıdır... İşte bu özelliklere sahip olan bütün Müslümanlara selam ediyor, Ramazan-ı Şerif'lerini tebrik ediyoruz...

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Abdurrahman Dilipak Politbüro

E-mail:dilipak@akit.com.tr

Politbüro anlayışı Rusya'da çöktü, ama birileri bunu, Türkiye'de yeniden ihya etmeye çalışıyor. Hem de tüm iç ve dış taahhütlere ve dünyanın genel gidişatına rağmen.

Ellerinden gelse, Türkiye'yi 1920'lere geri döndürecekler. Sansürü geri getirecekler. Türkiye'yi demir el'le yönetecekler. Telefonları dinleyecek, mektupları açacak, basına sansür uygulayacaklar. "Devletin bekası" ve "devletin ali menfatleri" paravanının arkasına saklanıp her şeyi yapacaklar!

Bizde eskiden, emniyette "siyasi büro" diye bir şube vardı. Aslında bunu ihdas edenler herhalde "politbüro" modelini esas almışlar, basını ve sivil toplum örgütlerini, siyasi partileri, dini merkezleri ve vakıfları bu anlamda potansiyel suç odakları olarak izlemeye almışlardı.

Bir toplantı mı düzenleyeceksin, ikamet, nüfus cüzdanı, sabıka kaydı çıkaracak ve bir de "ceza-i ehliyete sahibim" diye yazıp emniyete verecektin. Öyle ya, "Sen deli misin de böyle işlere kalkışıyorsun?" Adam sana açıkça, sen bir aklını yokla, gel vazgeç bu sevdadan" der gibi, seni kendi aklının kefili olarak, şahidi olarak kabul ediyor.

Bir süredir Türkiye iç ve dış baskılarla bu yoldan ayrıldı. Devletin içindeki kimi derin güçler bu durumdan fevkalade paniğe kapılmış gözüküyorlar. Başsavcı durup dururken eskiye dönüş taleplerini dile getirmedi. Gürüz durup dururken yüksek liyakatı sebebi ile yeniden YÖK Başkanı olmadı.

Aslında 12 Eylül anayasasına bu kurumlar boşuna konmadı. Boşuna değil YAŞ kararlarının yargı denetiminin dışında tutulması. Memurin muhakemat yasasının bu şekilde yeniden çıkması boşuna değil.

Siz memleketin sahibinin olmadığını mı sanıyorsunuz? Hem siz kim oluyorsunuz?

Niye aynı vatanın evlatları birbirine kıldırılır, hiç düşündünüz mü? Dış güçlerin, mandacı zihniyetin içerideki uzantıları, onlar adına çalışan, medyaya, mafyaya, siyasete, sermayeye hükmeden, toplum mühendisleri işini bilir! "İti ite kırdırma yöntemi" derler buna. Döktükleri millet evladının kanları ve dökülen gözyaşları üzerine kendilerine servet ve iktidar üretirler. Terör gerçeğinin kanla yazılan tarihinin perde arkasında bu gerçek vardır. Bu gerçeği anladığınızda faili meçhul cinayetleri de, kanlı ve karanlık hesaplaşmaları da, darbelerin neden ve nasılını da öğrenir insan.

Kavga sadece toplumun farklı kesimleri arasında değildir aslında. Akılla imanı, vahiyle bilimi savaştırmaya kalkarlar. Doğuyu batıyla, kuzeyi güneyle, karıyı kocayla. Medeni kanundaki değişiklik en çok kimin işine yarar bir bakın. Sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, işçi-patron. Ne kadar karşıtlık bulursanız hepsi birer çatışma alanıdır bizde; çok kültürlülüğün, çok sesliliğin bir kanıtı değil.

Bir imparatorluğun mirasçıları olarak bizler nasıl "tektip" olabiliriz ki!

En olmayacak şey uğruna topluma dayatılmadı mı kesintisiz 8 yıl!

RTÜK, Radyo-TV Üst Komiserliği bunun için kurulmadı mı? BKK, Basın Kartları Komiserliği, YÖK, Yüksek Öğrenim Komiserliği bunu niçin kurulmadı mı? Daha doğrusu toplum bu kurumları bu şekilde anlamıyor mu? Uygulamaların topluma yansıması bu sonucu doğurmuyor mu? Basında bu kurumlar böyle anılmıyor mu? SPK Sermaye Piyasası Komiserliği yasa tasarısı ile serbest piyasa ve hür teşebbüsün temeline dinamit konmuyor mu? Nerde kaldı AGİT ve Helsinki taahhütleri? Hükümet tarafından atanan 7 kişilik kurul 3 kişi ile toplanıp salt çoğunlukla karar alacak yeni tasarıya göre. Çok ortaklı şirketlerin geleceği 3 atanmışın dudakları arasında olacak ve kurul başkanı istendiği zaman görevden alınabilecek. İktidar bu şekilde büyük işletmeler konusunda doğrudan iktidarın insafına terkedilecek.

FFK Faizsiz Finans Kuruluşları Komiserliği tümden ilga edilerek, sistemdeki çoğulcu yapı, alternatifler yok edilerek tekçi uygulamaya niye geçiliyor dersiniz, hem de Down Jones endeksi İslami kotalar ihdas ederken! Bu durumda dış sermaye girişinin azalacağı, toplumda tasarruf eğilime engel olacağı bilinen bir tasarruffun arkasında hangi düşence yatıyor? Neden uyum yasaları çıkarılmıyor? Neden fikri suç sayan yasalar hala korunuyor, neden siyasi partiler yasası ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller kaldırılmıyor? Neden din ve dindar potansiyel suçlu gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılıyor?

Sahi şu Mavi Akım neyin nesi? Enerji kısıntıları neden, nasıl sona erdi? Enerji mi ithal ettiler, yoksa bir anda tüketim mi azaldı? Güldürmeyin beni. Toplum mühendisleri iş başında idi. Sanırım yüksek komiserliğin sıradan bilinen operasyonlarından biri idi bu. Zaten basında yeralan yorumlar da bu gerçeğin altını çiziyor.

Sağolasın Demirel, sağolasın Ecevit, sağolasın Devlet Bahçeli. Muhteşemsiniz efendim. Mesut Yılmaz bey kendinizi hala mesut hissedebiliyor musunuz efendim? Yılmadan emin adımlarla, ANAP'ın tüm artılarını tek tek sonuna kadar yok edene kadar devam edecek misiniz?

Ne mutlu size. Millet sizi icraatlarınızla unutmayacak. Bu günlerimizi sizlere borçluyuz. 2000'lere sizlerle giriyoruz!

Hayırlı Ramazanlar efendim.

Selam ve dua ile.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Ahmet Kekeç Bugün ne yazayım?

Durup dinlenmeden, oturup düşünmeden yıllarca hababam yazdı. Bileğe kuvvet, zihne küşayiş olsun, bir de gazeteciliğe merak sardırmaz mı? O alanda da büyük, çok büyük işler başardı; ciddi ve nitelikli ürünler koydu ortaya. (Şu "ürün" sözcüğünden de baygınlık geliyor ya, neyse... Adam gibi "eser" demeye dilimiz mi varmıyor, nedir? İlle TDK patentli olacak... Mübarek edebiyat dünyası değil, dersin ki Toprak Mahsulleri Ofisi.)

Basit bir hesapla, satır sayısı, benim altı yüz yılda yazacaklarımı Ahmet Mithat Efendi sadece onaltı yılda yazmış; Abdurrahman Dilipak'ın yirmibeş yılda yaptığı işleri de ikibuçuk yıla sığdırmış.

Fransız Simenon'dan sonra çok ve çabuk yazanların başında, kamışı dert görmesin, bizim Ahmet Mithat geliyor.

Bizimkinin frenk keferesine üstünlüğü var tabii ki: Simenon "tek kalem" gidip sadece roman üretirken (Bak yine üretmek...) Ahmet Mithat Efendi romanın defterini dürmüş, çoktan felsefeye, sosyolojiye, antropolojiye, hatta astrolojiye kapağı atmıştı.

Başka?

Elli yıl aralıksız yazan sermuharrirler... "Bizim gibi şifahi kültürden yazılı kültüre geçememiş, okumayı ve yazmayı zül kabul eden toplumlarda..." türünden ukalalıklar yapan, sonra dönüp dolaşıp şifahi kültürde karar kılan, okumayan, okutmayan, okuyanı da eşek yerine koyan turfa müneccimler...

Ahmet Mithat Efendi "komple" yazardı, Allah rahmet eylesin.

Eskaza, yazısında "sabun" sözcüüğü geçse, üşenmez, oturur saf sabun mamulatını anlatır, hızını alamayıp üstüne bir de kimyasal özelliklerini sıralar; okuyanı da, okutanı da anasından doğduğuna pişman ettirmesini bilirdi:

"Sabun, saf sülfattan müteşekkil bir kimya olup..."

Her şeyi bilmeye, her halttan anlamaya memurdu; öyle görmüş, öyle yetiştirmişti kendini.

Yazarımızın, aydınımızın her şeyi bilme, her şeyden anlıyor görünme saplantısı biraz da Ahmet Mithat Efendi'ye mi tekabül ediyor, nedir?

Neden insan, Türkiye gibi kapitalizme evrilen ve herşeyin metayla ölçüldüğü, değerlerin parayla alınıp satıldığı bir ülkede, "yazı-çizi" türünden yüksek düzeyde süründüren meşgaleler edinir de, oturup efendi efendi işine bakmaz?

Hele bu, yazarak yaşayacağına inanan bir "Son Mohikan"sa işin tadı daha da kekreleşiyor...

Nedeni basit:

Dünyayı değiştirmek

Hoş, dünyanın da, dünyada yaşayanların da d eğişmeye can attıkları pek söylenemez ya, olsun, sen değiştir de, balık bilmezse Halık bilecektir nasıl olsa...

Bu satırların yazarı da kendi ölçeğinde, hasbelkader, bu "değiştirme" ameliyesinde tuzu bulunsun için yazıyor.

Öyle herşeyi bilmek, herşeyden anlıyor görünmek gibi bir saplantısı yok. Olmadı da...

Sonuçta, bildiklerini yazıyor.

Yazacak şey bulamadığı zaman da, yukarıda gördüğünüz gibi, "eski defterleri karırıştırma" cihetine gidiyor.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Ali Büyükçapar GEL MUŞTUSU

M.Bedri İncetahtacı anısına

Sonbahar mevsimi geldiğinde programıma aldığım kitapların içinde DERVİŞ VE ÖLÜM de yer alıyordu. Bu kitabı Adana yolculuğumda almış, okumak için de güzü beklemenin uygun olacağına karar vermiştim.

DERVİŞ VE ÖLÜM'ü okurken dostum M.Bedri İncetahtacı'nın ölüm haberiyle sarsıldım. Akşam karanlığına o gün bir de ölümün hüznünü katmak zorunda kaldım. Kitabı elime aldığımda korkuyordum. Bir dostumu kaybetmenin kitapla çakışmasını kendimce nasıl yorumlamalıydım? Ölüm mü gerçek, yoksa yaşadığım günler mi? Yazılarımı takip eden soru işaretleri ölümün gizeminden mi kaynaklanıyor? Allahım, fani varlığa vurulan ölüm kemendi ile acaba ben mi yakalanmış oluyorum? Bozlaklar duyuyorum gaibten gelen sesler gibi. Ağıt, figan, çığlık, varoluş sancılarının ölüm potasında erimeğe terk edilmesi. Ölüm kelimesinde yer alan harfler mi korkunç yoksa!

Rahmetlinin gülümseyen yüzünü şimdi hep gökyüzünde dolaşan beyaz bulutlarda görüyorum. Başımı çeviriyorum, küme küme bulutlar ve onun yüzü. Maviliklere garkolan hayalimde o devamlı orada.

"Noldu bu gönlüm, noldu bu gönlüm

Derdü gam ile doldu bu gönlüm

Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm

Yanmada derman buldu bu gönlüm"

Taziye için yollara düştüm, uzayan yollar, doksanlı yılların başında ne hülyalarla geldiğim G.Antep'te Enver Bakırcı, Suat Bozkurt, Yasin Topaloğlu, Ahmet Kölemen gibi değerli dostları, rahmetli vesilesiyle tanımıştım. Şimdi bu aziz insanlara başsağlığına gidiyordum. Ne söyleyecektim? Acıyı katık eden dostların acılarına nasıl ortak olacaktım? Enver Bey'i beklerken, Ahmet Bey'le görüştüm, gözyaşım, içimde Nuh tufanı gibi kabardı, sustum, hep sustum. Enver Bey'le konuşurken, içimizin uçurumlarına sayhalar saldık. Suat'a ulaşamadım, ama o gelse idi ağlardım sanırım. Bekir Öztekin'in yanına inemedim. Rahmetlinin pederine başsağlığı dilemeye gittiğimde, küçük kardeşinde rahmetlinin yüz hatlarını görünce, ne yapacağımı şaşırdım.

"Sen bunda garip mi geldin

Niçin ağlarsın bülbül hey

Yorulup iz mi yanıldın

Niçin ağlarsın bülbül hey

Kalen, şehrin mi yıkıldı

Nam-ü arın mı yok oldu

Gurbette yarin mi kaldı

Niçin ağlarsın bülbül hey" (Yunus Emre)

Eskiler ölüme "sessiz nasihat" derlerdi. Söze mecal kalmıyor. Çarpan yüreğin bir tarafı ıssız. İnsanın çorak iklimlere mahkum edildiği topaklarda vaha olan o aziz dosta hep rahmet diiyorum.

"Gel muştusu erişti cana

Gel diyor yüceler yücesi

De sen can ol da kanatlanıp uçma

Kurak yerde dalgaların sesi duyuldu birden

De sen balık ol da sıçrayıp denize dalma

Davullar dövdürüp "geri dön" diyor sultan

De sen doğan ol da, avdan eteğin çekip

Sultana doğru kanat açma"

´ (Hz. Mevlana)

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Atilla Özdür Yıkılsın hapishaneler!

Çağımız, bilindiği gibi, kalenin burçlarına materyalist pozitivizm bayrağının çekildiği bir çağdır. Beşeri münasebetlerdeki ana itici ve belirleyici güç de, faydacılık!..

Hükümet bir af çıkarmak istiyor. Ecevit'in ailesi Rahşan hanımın arzusu bu yönde olduğundan, hükümeti oluşturan siyasi kadrolar istemiyorlar ki Rahşan hanım üzüle...

Ankara'da mukil mebuslar da, milletten aldıkları vekaletlerini Rahşan hanımın memnuniyetini sağlayacak bir şekilde milli bir cemileye dönüştürmek istiyorlar. Bu arada ufak bir pürüz çıkmadı da değil.

Milletimiz bonkör olabilir. Hoşgörü sahibi olarak da tanınabilir. Milletimiz inanç bakımından da, Müslüman olarak bilinir. Amma şu da bir gerçek, bizim millet her ne kadar Müslüman ise de, Müslümanlığını materyalizmin, faydacılık felsefesinin üzerine oturtmakla mükellef. Daha da ötesinde, bu oturtmaya hem mahkum ve hemde mecbur...

Bu mahkumiyet, bu mükellefiyet ve mecburiyet, devletin başörtüsüyle ilgili yorumlarından ve başını örtenlere yönelik istek ve taleplerinden süzülerek rafine birşekilde önümüze konuluyor.

"Devletin düzenini ve temel ilkelerini yıkmayı hedefleyen bazı yasadışı örgütler, samimi Müslümanların türban olarak ifade edilen kıyafetinin giyilmesini istismar ederek, ideolojik ve siyasi amaçlı olarak kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmaya yönelik bir eylem aracı olarak kullandıklarından" bahisle, "devlet personelinin bu kıyafeti benimsemesinin kişi hak ve özgürlükleri kapsamında değerlendirilemeyeceği" söylenerek örtüye yasaklama getirilmişse, Müslümanlığın temel ilkeleri, adına seccade denilen bir arşınlık yer yaygısının üzerinde bırakılmaya zorlanmış demektir.

Bu durumda seccadenin dışında kalan alanlardaki beşeri münasebetleri belirleyecek ve şekillendirecek temel motivasyon da, faydacılıktan ivme alacak, her haliyle tabii.

Hükümetin çıkarmak istediği af kanunundan milletin topyekün vasatta, yani, çocuğuyla çoluğuyla, genci ve ihtiyarıyla, fakiri ve zenginiyle, okumuş veya cahiliyle milletin faydası ne olacak? Hesaba kitaba vurduğumuzda görülecek ki, hapishanelerin boşaltılması millete maddi yönden bir tek kuruş dahi kazandırmayacak. Başörtüsünü seccadenin üzerinde bıraktıran mantığın, materyalist mantığın kar zarar hesabına vurduğumuzda, bu pozitivist millet, hapishanelerin boşaltılması bereketini, kendine etkisi bakımından, faydasız kilisenin papazıymış gibi görüp değerlendirecek.

Amma beri yandan da hükümet, seccade kültürüne yalakalık edenlerce adına deprem vergisi denilmesine ses etmediği bir vergi salması çıkardı. Ek vergi... Materyalist millet, Müslümanlısıyla Müslümansızıyla bu salma karşısında hop oturup hop kalkmaya başladı. Af kanunuyla ırgılanmayan millet gördü ki, ek salma ile adamakıllı ve hiç de hak etmediği bir şekilde hırpalanacak. Diğerine nisbetle bu kanun, milletin bilanço defterine göre, zararlı kilisenin papazı hükmünde!

Sendikalar, bu papaza karşı istemezükk kampanyasını başlattılar. MÜSİAD cephesi, papaza öfkesini gizlemeye hiç mi hiç teşebbüs etmedi.TÜSİAD camiası, komple Ankara'ya taşındı. Zararlı kilisenin papazına yönelik ses getirici bir karşı atağa kalkıştı.

Başörtüsüyle takke, tesbih ve misvağını seccadesi üzerinde terke zorlanarak faydacı materyalizme yönlendirilmiş bulunan millet fertlerinin şimdi yapması gereken iş, yeni inancının hakkını vererek, papazlar arasında yer değişimini hükümetten talep etmek olmalı.

Dünyanın hiçbir yerinde, bedavadan af görülmüş değil. Eğer Rahşan hanım memnun edilmek isteniyorsa, mahkumlar, bila tefrik aralarında hiçbir ayırım yapılmaksızın hürriyete kavuşturulmalarının bedelini ödemeli. Güvenlik mahkemelerince cezalandırılanlar için, hürriyetin bedeli on milyon lira gün hesabıyla fatura edilirken, sıradan ceza mahkemelerince hükme bağlanmış suçlular ise gün başına bir milyon ödemeli.

Faydası felsefeyi kendine kılavuz edinmiş Türk politikacısı, ahlak da dahil bütün değer yargılarının metalaştırılmasında dünya çapında bir başarı sergilemiştir. Eğitim ve sağlık hizmetlerini kendine görev edinmiş bulunan sosyal devlet anlayışının bile metalaştırıldığı bir çağda, değil mi efendim, niçin af, bir atıfetmiş gibi bedelsiz sunulsun.

Affı para ile satalım ve ek vergi kamburundan kurtulalım.

Hapishaneler tümden boşalsın, duvarları yıkılsın.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Ayşegül Akgül Acaba son Ramazanımız mı?

Recep ve Şaban ayları, nasıl geçtiklerini anlayamadan ve hakkıyla değerlendiremeden geçip gittiler. Sizi bilmem, ama ben doğru-dürüst değerlendiremediğimi düşünüyorum doğrusu. Pek çok kimsenin "Ben de..." dediğini duyar gibi oluyorum. O halde hiç olmazsa Ramazan ayını kadrine kıymetine uygun bir şekilde değerlendirelim ki, hem eksiğimizi, gafletimizi telafi edelim, hem de Ramazan'dan sonra yine hayıflanmayalım "Ne çabuk geçti, yine doğru dürüst değerlendiremedim" diye.

İki günümüzün birbirine eşit olmaması gerektiği gibi, iki Ramazanımızın da birbirine eşit olmaması gerekir aslında. Her sene mübarek üç ayları, bilhassa da Ramazan'ı evvelki seneye nisbetle daha iyi değerlendirmeli, "Bu sene Ramazanımız daha iyi geçti elhamdülillah" diyebilmeliyiz. Hatta Ramazan'ı son Ramazanımızmış gibi düşünerek değerlendirmeliyiz. Zira son Ramazanımız olmadığı ne malum?..

Ramazan ayının fazileti hakkında Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Cuma günü sağlam ve günahtan ari geçince, diğer günler de böyle geçer. Ramazan ayı iyi ve günahtan beri olarak geçince senenin hepsi iyi geçer." (1)

Hadis-i şeriflerde mağfiret ayı olduğu müjdesi verilen Ramazan ayında bol bol istiğfar çekip salat-u selam okumalı, dilimizi ve kalbimizi zikirle zinetlendirmeliyiz.

Allahu Teala bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyuruyor:

"Günahlarına istiğfar et, sabah akşam Rabbini tesbih et ve O'na hamdet." (2)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde "Ben her gün 70 defa tevbe edip Cenab-ı Hak'tan mağfiret talebinde bulunurum" (3) buyurmuştur.

Rasul-i Zişan Efendimiz (s.a.v.), Allahu Teala'nın kendisine "Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım" buyurduğu, "Habibim" diye hitap ettiği en kıymetli ve nazlı nebizi olduğu halde her gün 70 defa tevbe edip mağfiret talebinde bulunduğuna göre, bizim ne kadar tevbe-istiğfar etmemiz gerektiğini bir düşünelim.

Efendimiz (s.a.v.), istiğfarla ilgili diğer hadis-i şeriflerinde de şöyle buyuruyor:

"Kim ki çokça istiğfar ederse, Allahu Teala onun için her üzüntüden kurtuluş yolu, her darlıktan çıkış imkanı ihsan ettiği gibi, ona ummadığı yerden rızık ihsan eder." (4)

"Amel defterinde çokça istiğfar bulacak olan kimseye müjdeler olsun!.." (5)

Allahu Teala cümlemizi Ramazan ayını hakkıyla değerlendiren ve ahirette amel defterinde çok istiğfar bularak vaad edilen müjdelere mazhar olan kullarından eylesin!.. (Amin!)

1- Gunyetu't-Talibin

2- Mü'min s., a. 55

3- Buhari

4- Ebu Davud

5- İbn-i Mace

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Bilal Kaya Kızıl tüylü devenin süvarisi...

"Yüz yaşlarında, YAD kabilesi yücesi Kuss bin Saide, kızıl tüylü devesinin üzerinde, tarihe geçen hitabesini okuyor:

"Ey insanlar!..

Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz!..

İbret alınız!..

Yaşayan ölür, ölen fena bulur!..

Olacak neyse, olur...

Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi silinip gider.

Olayların ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini kovalar.

Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz, gökte haber, yerde ibret alınacak işaretler var...

Yüryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan, yıldızlar yürür, sular durur... Gelen kalmaz, giden gelmez...

Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar?.. Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?..

Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğumuz dinden daha sevgilidir.

Ve Allah'ın gelecek bir Peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üzerindedir...

Ne mutlu o kimseye ki, O'na iman eder; o da, kendisine hidayet...

O'na isyan ve düşmanlık edecek olana da eyvah...

Ömürleri gafletle geçen topluluklara eyvahlar olsun!..

Ey insanlar!..

Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop?..

Hani ya süslü saraylar ve mermer binalar yükselten AD ve SEMóD milletleri?..

Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da;

- Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim? diyen Firavunla Nemrut?..

Onlar, zenginlikçe, kudret ve kuvvetçe, sizden çok üstündüler. Ne oldular?..

Toprak onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı...

Kemikleri bile eriyip gitti. Çatıları yıkılıp süpürüldü. Şimdi onların mekanlarını köpekler şenlendiriyor...

Sakın onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin...

Her şey fani, baki olan Allah...

Ortaksız ve benzersiz, mutlak bir Allah...

Tapınılacak ancak O... Doğmuş ve doğurmuş olmaktan münezzeh olan Allah...

Evet, evet...

Olup bitenlerde, gelip geçenlerde, bize ibret alacak çok şey var...

Ölüm bir ırmak... Girecek yeri çok ama, akacak yeri yok...

Büyük, küçük, hep göçüp gidiyoruz.

Herkese olan, size ve bana da olacaktır..."

(A. Cevdet Paşa-KISAS-I ENBİYA'dan)

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Duran Kömürcü Zulümden halkalar

Bugün Ramazan'ın havasını yaşayalım istedim. Yazımı yazdım cebime koydum. İşyerine giderken torunumu okuluna koyup geçeyim. Hem de, öğretmenlerle işin aslını öğreneyim dedim. Bakırköy İmam-Hatip Lisesi'nin kapısına geldim. Çocuklar içeri girerken ben de idari bölüme doğru yürümek istedim. Önüme bir polis geçti.

- İçeri giremezsin! Bendeniz:

- Ben veliyim öğretmenlerle görüşeceğim diye direnince, orada bekleyen öğretmenlerden birisi:

- Ben kefilim içeriye girsin. Demesi ile içeri girdim.

İçeride can dostlarım, gözüm gençler var. Süngüsü düşmüş, teslimiyyeti kabul etmiş, yalnızlık ve kimsesizliğin verdiği yılgınlıkla:

- Bizler de soruşturma geçiriyoruz. Sesimizi çıkaramıyoruz.

Torunuma sormuştum, bana: Öğretmeni talebeye, talebeyi öğretmene ispiyon ettiriyorlar. Müdür yapmak için pazarlıklar yapıyorlarmış. Karma okumayı destekleyenleri müdür yapacaklarmış dedi. Söylediklerini bizzat izledim. Meslekçilerin ürkekliğini gözledim. Erkek olan müdürün de müdürlük seminerinde olduğunu öğrendim.

Velilerin ne durumda olduğunu bir veliye sordum. Bana söyledikleri ilk gün 15-20 kişi geldik. Çocuklarımızın haklarını korumak istedik. Milli Eğitime girerken yarısı eksildi.

Ramazan ayının içindeyiz, İslami şuurun en yüksek olduğu bir zamanda Allah'a hesap vereceğimizi düşünürsek, ya da, günanlarımızdan Allah'a sığınmayı istersek Allah'a açılan ellerimiz, dillerimiz var mı? Huzuruna çıkacak yüzümüz var mı?

Allah'ın emirleri tek tek yok ediliyor, Kur'an ortadan kaldırılırken biz ne yapıyoruz? Sistem zebanilerinin yaptığı zulme, işkenceye nasıl karşılık veriyoruz. Demokratik tepkimizi bile göstermekten aciz, bencil, çıkarcı bir Müslümanın, Ramazan'dan isteyeceği ne vardır? Allah'a açılacak yüzü, mağfiretten nasibi var mıdır?

Yavruların ah-ı figanına, televizyon başında ağlamanın, içinden bela okumanın, faydası var mıdır?

Süslü sofralarda tıkınmanın, bir araya gelince kahraman geçinmenin, ipek yorganlar içinde aç ve susuzları düşünmenin, kasa başında, zenginlik aşında ziyafetler sunmanın faydası var mıdır?

Riya kokan amelin, zayıflığını örten sümenin, su üstüne konan temelin sağlamlığı ne kadar? Samimiyyetinin derecesi nedir?

Bir inancın temel taşları için mücadele edilmiyor, fertleri medeni cesareti kendisinde bulmuyor da, kasasını kesesini düşünüyor, rahat olma noktasında ahkam kesiliyorsa, o inancın sahibine açılacak elin, söylenecek sözün, yalvaracak özün tutarlılığı var mı?

Okuldan çıkıyorum. Yeni Şafak gazetesinden genç bir hanım önümü kesti:

- Efendim kimsiniz; veli misiniz? Veli iseniz içerdeki durum nedir? Beni aydınlatır mısınız? sorusu ile karşılaştım. Ona:

- Yaz kızım. Bunlar sistemin zebanileri, bunlar ataizmin köleleri, bunlar zorba, bunlar faşist din ve vicdan hürriyeti bunların kitaplarında yazar da vicdanlarında yazmaz.

Yanımıza elinde telsizi olan bir polis geldi: "Burada konuşamazsınız!" demesi ile yüzüne baktım, "Burası Türkiye Cumhuriyeti toprağı değil mi? Ben vatandaş değil miyim?" sözüme "Bana emredileni size iletiyorum. Emir kuluyum ben de sizlerden biriyim. Benden ne istiyorsunuz?"

Sokakta iki vatandaşın konuşmasına müdahale edilince, benim zenginim, benim akıldanem, benim ahkamcım ve benim Müslümanım korkması, çekinmesi normaldir. Onlar da bunu sağlamaya çalışmaktadırlar. Ramazanınız hayırlı olsun.

Not: Arkadaşım Ahmet Gürtaş'ın vefat haberini üzüntü ile duydum. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Ailesine ve erbab-ı ilmin başı sağolsun.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Emin Kazcı Ramazanla değişmek ya da Ramazan'ı değiştirmek

E-mail:mkazci@akit.com.tr

İnsanoğlu hem değişmeye hem de değiştirmeye elverişli bir varlık.

Yeter ki istesin.

Ancak mevcut halini sürdürmekten yana ise, artık değişime direnmenin enva-i çeşit yöntemini devreye sokar.

Bu yöntemlerin en bilinenlerinden biri de, sizi değiştirmek isteyenlere karşı hamlede bulunmanızdır.

Onları değiştirip kendinize benzetmenizdir.

Böylece işi kaynağında çözmüş olursunuz.

Örneğin, mübarek Ramazan ayını ele alalım:

Normalde Ramazan, geldiği muhitlerde büyük değişimlere yol açar değil mi?

Mührünü vurduğu insanların ruhlarında derin inkılaplar oluşturur, onları irade sınavına tabi tutarak manen kuvvetli kılar.

Topyekün değiştirir, dönüştürür, yeniler yani!

Gerçek bir Ramazan ikliminde yaşayanları tenzih ederim, ancak, Ramazan'ların kendilerini değiştirip dönüştürmesini istemeyen nice insan, Ramazan'ı çoktan değiştirip dönüştürdüler bile.

Örneğin; yemeyi içmeyi sınırlayarak, nefisleri açlığa, susuzluğa, cinsel mahrumiyete alıştırma vb. işlevler görmesi gereken Ramazan, tam tersine tüketimin ayyuka çıktığı bir ay oluyor.

Geçen, bir tanıdığım, "Ramazan geldi, yine kilo alacağım" diye yakınıyordu.

"Nasıl olacak o iş?" diye sorduğumda, "Nasılı var mı?" dedi, "Normalde üç öğün yiyoruz, Ramazan'da ise iki öğün, ama Ramazan'ın iki öğünü başka zamanın beş öğününe bedel. Ziyafetler, davetler, etler, balıklar, tavuklar, tatlılar, hamur işleri, meyveler, içecekler gırla gidiyor. Haliyle Ramazan'da kilo alıyoruz işte. Neyse, Ramazan'dan sonra sıkı bir rejim yapıp kiloları atarız inşallah!"

Adama, "Amin, şu Ramazan bir geçsin; inşallah verirsin" dedim, başka ne diyeyim!

Gerçekten de öğleden sonra alışveriş merkezlerine girmek zorlaşmış.

Orucun da etkisiyle insanlar ne bulursa alıyor.

Sanıyor ki; mağazayı komple satın alsa midesine sığdırır.

Böylece senenin hiçbir ayına nasip olmayacak bir yeme-içme çılgınlığı, "Ne mutlu bize ki, nefisleri terbiye eden mübarek aydayız kardeşler" nutukları arasında gerçekleştiriliyor.

Yanaklar daha bir allaşırken, göbekler daha bir belirginleşiyor.

Sınav ayı sona erdiğinde tartılar en az 5 kilo fazla gösteriyor, ama olsun; oruçlar sektirmeden tutuldu ya!

Yani nefsimiz biraz daha imtihana tabi tutulsa, demek ki bizi vinçle taşıyacaklar neredeyse!

Zaten 1 ayın sınavı doğru verilse, 11 ayımızı haksızlık, adaletsizlik, zulüm, yalan, dolan, rüşvet, zillet, acımasızlık doldurabilir miydi?

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Erdal Şimşek Şeyhim

Mevlana, Mesnevi'sinin bir yerinde şöyle der: "Çünki gul reftu gulistan şut herab/Buya golra eskiyabim ab gulam"

Yani, gül mevsimi bitti Gülistan (gül bahçesi) harab oldu. Artık gül suyu ile idare edeceğiz.

Şeyhim, sen gülistanın harab olduğu bir mevsimde, bir köşede kalmış, kendini korumuş bir gülün figanlarını neden duymuyorsun.

Ve o gül, kendi gönlü gibi sararmış yapraklarını dökmüş, çıscıbıldak ortada kalan ağaçlar arasında seni arıyor. Rüyalarında seni arıyor şeyhim.

Nasıl anlatsam şeyhim, kelimelerin zincirleri, sözlerin prangaları, ah bir bıraksa anlatmamı... O hisler ki, kafesten kurtulmuş kuşlar gibi bir daha yere inmemecesine kanat çırpıp duruyorlar şu anda. Onları kalemin ucuyla yakalayıp, kağıda nakşederek nasıl ayağının dibine getirebilirim ki...

Her gün bir mekanda, her an başka bir zamanda arıyorum şeyhim seni. Dün sabah Eyyubsultan Mezarlığı'nda baktım sana.

Yoktun.

Gece sislerinin çimenlere kelepçe, gözyaşı olarak taktığı şebnemlere, çiğ tanelerine seni sordum şeyhim. Mezar taşlarına, servilere, üzerimde uçuşan Yusufcuk kuşlarına sordum.

Hepsi sana aşıktı şeyhim. Ve hepsi de seni arıyordu.

Her ay çıkışında, seni arıyorlar şeyhim gözyaşları içerisinde. Çizgileri kaybolmuş bir halde olsan da, seni görmek, sana ermek, sende erimek için arıyorlar şeyhim.

Dilim dönmedi söylemeye şeyhim: Ay ışığında ince çizgileri silinmiş bir eşya gibi hayali bir vuzuhla olsa dahi, o gelmiyor, kendisini göstermiyor.

Ah bir gelsen, bir görünsen şeyhim?! Mazimin pak anlarının levhaları gibi görünsen... Ve beni de ebede taşısan. Karanlık ruhumda bir mum gibi yansan? Ruhumun izbe köşelerini efsanevi kalıplara döksen?.. İçimdeki aşk yalımını, mermi hızı ile yırtıp geçsen? Onda bıraktığın izin bile tenebbüt etmeme yeter şeyhim.

Bir Temmuz iptilasına kapılmış; kendini koyvermiş, uyuklar gibi, dallarını bırakmış ihtiyar ağaç misali umarsız iken, ağaçlar arasında uçuşup onları uyandıran kuşlar misali, benim hülyalarıma, zihnime giriverdin şeyhim.

Bana sırlı sükunu bahşedeceğini, ecelsiz ölüp de dirilişi sunacağını biliyorum şeyhim.

Söğüt ağacını bilirsin şeyhim. Suya hiç doymaz. Yüreğim de, sana erme suyuna doymuyor. Ruhumun, yüreğimin köklerini o suya daldırmış kana kana içiyorum. Ve senin cemalini bir an görene kadar, hep içeceğim.

Vuslat; şebb-i aruz'a kapıyı açan vuslatımı istiyorum.

Senin kaşanenin kapısında meşalesiz bekliyorum şeyhim. Biliyorum, gönül kaşanende eşik yok, kapı yok, merdiven yok. Her yanı ebede doğru giden bir ezeldir şeyhim.

Şeyhim, senin yolunda hızlı hızlı koşarken, haberim olmadan bütün mücevherlerimi kaybettim. Ve şu anda yolda mücevherlerini kaybedip de, onları bulmak için geri dönen şaşkın yolcu gibiyim.

Şeyhim, senin yolunda hızlı hızlı koşan ve koşarken de haberim olmadam bütün mücevherlerimi kaybettim. Ve şu anda yolda mücevherlerini kaybedip de bulmak için geri dönen şaşkın yolcu gibiyim.

Şeyhim, bilirsin bütün ilimler kalem ve kitapla öğrenilir. Ama sana ram olmak, sana vasıl olmak için, kalem ve kitaba gerek yok. Kalemsiz, kitapsız, ilminin adı aşktır şeyhim. Ama bana lütfettiğin bu ilimle beraber, onun ana kolu olan ızdırabı da öğrettin, yeter artık ızdırabını istemiyorum, vuslat istiyorum şeyhim.

Meded şeyhim! Bir grub vakti, fecre kapı açacak vuslat istiyorum. Bitir, "uzatma dünya sürgünümü!" Yaratılmışların en sevgilisi aşkına bitir bu ayrılığı ve beni yanına al. Ebediyetinde ezeli göster.

Mevlana ile başladım Mevlana ile bitirmek istiyorum şeyhim: "Ber gerde lebed neveşte yohi ve yomid/Men mate minel eşke fekat ma teşehid."*

Anlamayan Mesnevi'yi okusun.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Hasan Karakaya MSB'den "GATA" açıklaması

E-mail:hkarakaya@akit.com.tr

Öncelikle; Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Kurmay Kıdemli Albay Ahmet H. Arabacıbaşı'na, gösterdiği "duyarlılıklar" için teşekkür ediyorum.

Malum;

Daha önce; Ziraat Bankası'ndaki bir "rezalet"i gündeme getirmiş ve "bedelli askerlik" için "Türk Lirası" yerine "Mark" istendiğini yazmıştım.

Sayın Arabacıbaşı; sağolsun ilgi gösterip, durumun düzeltilmesini sağladı.

Hatırlarsınız, bana da bir açıklama göndermişti:

"Bedelli askerlikte Mark şartı kaldırıldı... TL de geçer."

Teşekkür ederek yayınlamıştım bu "açıklama"sını.

Sayın Arabacıbaşı, bir "açıklama" daha göndermiş.

Bu defa "GATA dosyası" ile ilgili olarak.

Hani;

24 Kasım günü "Yine GATA... Milyarlar nasıl deve ediliyor?" diye sormuştum ya, işte bu soruma şöyle cevap veriyor MSB Genel Sekreteri Sayın Ahmet H. Arabacıbaşı:

"1. Yazıda ismi geçen Em. Ecz. Kd. Alb. Haluk Öztürk ve Ecz. Kd. Alb. Aydan Güvenç ile birlikte bazı personel ve sivil eczacılar hakkında adli soruşturma başlatılmış olup, yargılamalarının ilgili Askeri Mahkemede sürdürülmekte olduğu,

2. Yargılama konusu olay ile ilgili hazine zararının, yazıda belirtildiği gibi 548.777.320.000 TL. olmayıp 28.584.109.000.TL. olduğu ve sebebiyet verenlerden tahsilinin talep edildiği,

3. Yazıda sözü edilen M.Y. adlı askerin, 406 gününü GATA'da yatarak, ya da yatıyor gözükerek geçirmesi olayı ve diğer iddialar ile ilgili olarak, 26 Mayıs 1999 tarihinde adli soruşturmaya başlandığı ve ilgili Askeri Savcılıkça halen soruşturmaya devam edildiği anlaşılmıştır.

Bilgilerinize sunulur."

....................

Bu hassasiyeti için, sayın Arabacıbaşı'na bir kere daha teşekkür ediyor "Mahkeme sonuçları"nın da ayni hassasiyetle tarafıma bildirilmesini istirham ediyorum.

"Ben de... Ben de..."

Hürriyet'ten Faruk Bildirici, "Çevik Bir Portresi"ni yazdı. Bildirici, "Çevik Bir'i Evren keşfetti" diyor ve onun "favori fıkra"sını aktarıyor.

İşte Çevik Bir'in en sevdiği fıkra:

"Arnavutlar onurlarına çok düşkündür. Fakir düşen bir Arnavut, eşyalarını satmaya karar verir. Eline üç dört parça eski eşya alıp, yola düşer. Fakat bir türlü 'Eskici, eskici' diye bağırmayı başaramaz.

Onurlu ya bizim Arnavut! Bir süre dolaşır, birşey satamaz. Sonunda bir eskici görür, onun peşinden yürümeye başlar.

O, 'Eskici, eski satarım' diye bağırdıkça, Arnavut da kısık sesle ekler; 'Ben de, ben de...'

Fıkrayı okuyunca düşündüm.

Acaba, Çevik Bir de "onuruna çok düşkün" olduğundan mı "kısık sesle" söylüyor Cumhurbaşkanlığı'na adaylığını?..

Kamer Genç, bas bas bağırıyor:

"Cumhurbaşkanlığı'na adayım!"

Çevik Bir, kısık sesle ekliyor:

"Ben de... Ben de!"

Çeçenistan ve gönüllü savaşçılar

Muzaffer Ünlü ismi, size yabancı gelmese gerek... Daha önce Kapıcılar ve Kaloriferciler Derneği Başkanı idi.

Epey çaba gösterdi "sorun"larını anlatmak için.

Şimdi de; Tüm Belediye ve Konut İşçileri Sendikası'nın (Yeni Emek İş) Genel Başkanı.

Belediye ve konut işçileri ile ilgili nasıl bir çalışma içindedir bilemiyorum ama, "Çeçenistan" konusunda bir hayli duyarlı.

Dedikleri de yabana atılır cinsten değil.

Şöyle diyor, gönderdiği faksta:

"Kuveyt işgalini bahane ederek, Irak topraklarını bombalayan Amerika ve NATO güçleri ile, İncirlik Hava Üssü'nü NATO kuvvetlerine tahsis eden Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne sesleniyoruz;

Çeçenistan'ı yerle bir eden, sivilleri katleden Rusya'ya karşı neden sessiz kalıyorsunuz?

NATO, sadece petrol kuyusu olan Irak için mi vardır?..

İnsanlığın yüz karası olan, kan içen "katil Rus birlikleri"ne karşı sessiz kalan NATO, İnsan hakları kuruluşları ve hele Türkiye, büyük bir tarihi sorumluluğun içerisinde olduğunu unutmamalıdır.

Bugün Çeçenistan, yarın Kars Ardahan ve Erzurum!..

Bu katliam ve vahşet, NATO üyesi tüm ülkelerin alnına sürülen ve hiç silinmeyecek kara bir leke olarak kalacaktır.

Hükümet sessiz, Türk halkı, en az deprem kadar üzüntü içerisindedir.

Hiçbir şey yapamıyorsanız, bari sınırları açın!..

Açın ki;

"Gönüllü savaşçılar" gidebilsin Çeçenistan'a!..

Hadi, açın sınır kapılarını!.."

SÜLEYMANNAME

Sen gül diyarının yapma gülüsün!

Aynı yapmacıkla Çoban Sülü'sün!

Yoktur izlediğin bir dava yolu;

Bir bu yan bir şu yan, büküntülüsün!

Türk'e zıt sermaye merkezlerinden,

Bu zikzaklı yolda hep, güdülüsün!

Milli yekparelik gelmez işine;

Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün!

Ve devlete mason biraderlerin

Tam da maslahata denk ödülüsün!

Ne sırdır sendeki bedava oluş!

Problemler içinde en müşkülüsün!

Fikir dağlar boyu kocaman kitap;

Sen de o kitabın bir virgülüsün!

Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;

Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!

Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,

Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!

Büzülmüş susarken mahzun hakikat,

Davuldan ziyade gümbürtülüsün!

Teokratik rejim olmaz deyip de,

Peşinden Müslüman görüntülüsün!

Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;

Bir felaketsin ki, binbir türlüsün!

Gelirsiz giderli bütçelerinle,

Her yıl milyar milyar köpürtülüsün!

Okka okka vicdan satın alırsın;

Topuzu altından oy baskülüsün!

Bir gökdelen sanır seni gören göz;

Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!

Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer,

Meclise gelince söküntülüsün!

Bağlısın hak bilmez yeminlilere;

Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!

Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,

Kimbilir, ne kadar üzüntülüsün!

Millet gökten adam dilensin, dursun!

Ümit fakirinin boş keşkülüsün!

Kuzum, senin neren Anadoludur?

Türk'e Amerikan püskürtülüsün!

Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,

Sen o belaların son püskülüsün!

´ NECİP FAZIL KISAKÜREK-1971

Çukur bunlar, çukur!

Adam "Erkete" olmaya görsün; patronuna ve patronunun patronuna "gözcülük" yapmaktan kurtulamaz.

Düşünebiliyor musunuz;

Hem "kapı"yı kollayacak, hem de etrafta dolaşanları...

Bir o yana, bir bu yana bakmaktan tabii "şaşı" olur gözleri.

Bir yandan "Eşsiz bir Ramazan sayfası" deyip, Kur'an-ı Kerim'den ayetleri, seçme hadisleri, Allah'ın güzel isimlerini yayınlayacağını duyurur, bir yandan da "Şeriatçı çirkefliği" diye böğürür!..

"Böğürür" dediğime bakıp da, sakın bunlara "öküz" dediğimi sanmayın!..

"Öküzler" bile akıllı kalır bu "Tosun"ların yanında!..

Çukur bunlar, çukur!..

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Hüseyin Öztürk Üst düzey emekli hikayesi

Kütahya'da işadamı bir dostum var, sık sık yurtdışına seyahat eder. O da bizim Mevlana ruhlu Dr. Mustafa Tozlu gibidir. Birbirlerini tanırlar mı bilmem, ama tıpkısının aynısı gibiler.

Bu erenler, geçtiğimiz yaz Endonezya, Malezya, Tunus üzerine bir turizm firmasıyla seyahat etmiş. Gezi grubunda siyasi her fikri yelpazenin çeşitlerinden herkes varmış.

Bizim erenlerin ve birkaç arkadaşının hanımları örtülü olunca, bir müddet ön yargılı davranışlar sergilenmişse de daha sonra erenler, ekibin en sevilen ve sayılan adamı olup çıkmış.

Ekibe rehberlik yapan zat, namaz ve namaz saatleriyle ilk kez tanışmış. Çok "kilise" görmüş, çok "havra" görmüş, ama "camiye giden görmemiş. Rehberin babaannesi de namaz kılarmış, fakat hayal meyal hatırlıyormuş, ama camiye gittiğini görmemiş.

Her neyse, grup içerisinde yer alan "üst düzey bir emekli, bizim erenlere bir iltifatta bulunmuş. Demiş ki:

"Dostum, meğer siz ne güzel insanlarmışsınız, son derece kültürlü ve medenisiniz, ayrıca dürüstsünüz ve memleket gerçeklerini de çok güzel biliyorsunuz. Seyahatte de olsa ibadetinizi aksatmamanız çok güzel. Aslında ben de namaz kılmak isterim, ama Atatürk'ün kemikleri sızlar diye kılamıyorum."

Erenler bu cevabı duyunca çok şaşırmış. "Beyefendi" demiş, "Atatürk kimsenin namazına karışmamıştır ki, hatta Balıkesir hutbesi çok meşhurdur. Bunları bilmeniz lazım" deyince, "Olsun" demiş üst düzey emekli, "Ben Atatürk'ün hiç camiye gittiğini okumadım ve duymadım."

Bir başka seyahatte yine farklı bir grupla gezi halindeyken, ilk önce namaza "öcü" gibi yaklaşan, sonra da seven yine üst düzey bir emeklinin, "cuma namazı"yla ilgili mutluluğunu erenler anlatıyor.

"Uçağımızın Singapur'dan kalkışı ve varacağı hedefe ulaşacağı zaman diliminde cuma saati çakışıyordu. Aynı günün gecesinde uçağımız Dubai'de iki saatlik bir mola verecekmiş. Üst düzey emekli heyecanla yanıma gelerek, "Efendim" dedi, "Cuma saatiyle uçağın kalkış saatinin çakışacağından söz ediyordunuz ya, ben şimdi rehberimizden öğrendim, gece 24.00'te Dubai'de iki saat bekleyecekmişiz, hiç üzülmeyin, cuma namazını orada kılarsınız."

Bundan sonra ne olduğu ve konuşulduğu önemli değil.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Hüseyin Üzmez İdam AB ile bağdaşmaz

Yukarıdaki sözler Sayın Ecevit'e ait...

Geçenlerde yazmıştık. Yine tekrar edelim: Biz bu bozuk düzende "ölüm cezası"na karşıyız. Sebebi son derece açık. Bizim inancımıza göre, temeli Allah korkusuna dayanmayan adalet, adalet değildir. Adalet tevzi eden insanların bir gün kendilerinin de yüce bir yargıç huzurunda hesap vereceklerine mutlaka inanmaları lazımdır. Bu kimine göre "Yaradan", kimine göre de "vicdan" olabilir. Yani "manevi bir temele dayanmak" adaletin olmazsa olmaz şartıdır. Öyleyse sadece "beşer yapısı adalet" olmaz. Adaletin bir yönü mutlaka ilahidir.

Sayın Ecevit, "Adalet Avrupa Birliği'yle bağdaşmaz" derken, adaletin bu manevi yönünü görmezlikten geliyor. Tıpkı "bağımsızlığımız" ve "ekonomimiz" gibi, onu da Batılıların gönlüne göre tanzime çalışıyor.

Bugün dünyanın birçok uygar ülkelerinde "ölüm cezası" uygulanıyor. Bu yüzyılın ilk yarısında "ölüm cezası" kalmalı mıdır, kalkmalı mıdır tartışmaları yapıldı. Yanılmıyorsam, bir İtalyan cezacısı aynen şöyle dedi: "Evet, ölüm cezası kalkmalıdır. Ama lütfen söyleyin katillere bu cezayı kaldırsınlar."

Bizim inancımıza göre, idam cezası insan hayatının teminatıdır. Kısasta bizim için hayat vardır. Kana kan istemek, ya da katili bağışlamak sadece öldürülen kişinin yakınlarına ait bir haktır. Bu hakkı başka hiçbir otorite kullanamaz. Hele hariçten gazel okuyan Batılı ülkeler hiç kullanamaz. Apo'yu o kadar seviyor idiyseler, bize teslim etmeselerdi. Riyakarlığı bıraksınlar. Onların maksadı, Öcalan'ı kurtarmak değildir. Tam aksine, onu bir an önce astırmaktır. Zannediyorlar ki; o idam edilirse, Türklerle Kürtlerin arası açılacak. Apo'nun daha çok Kürtleri öldürttüğünü hiç düşünmüyorlar. Bir insanın idam edilmesi, elbette hoşumuza gitmez. Ama öbür tarafta öldürülen 30 bin kişi var. Onların yakınlarının ahlarını nasıl dindireceğiz? Gözyaşlarını nasıl sileceğiz? Apo'nunki can da onlarınki patlıcan mı? Ancak bizim şahsi kanaatimize göre, Kürt-Türk düşmanlığını alevlendirmeye çalışma oyununda tek suçlu Apo değildir.

Üzerinde durmak istediğimiz konu da bu değil.

Biliyorsunuz çok yakın bir geçmişte bir "Sivas olayı" oldu. Yüzlerce kişi yargılandı. Çoğu beraat edip çıktı. Aralarından birkaçı ağır cezalara çarptırıldı. Dosya Yargıtay'a gitti. Yargıtay kararı aleyhte bozdu. Daha önce beraat edenlerden bir kısmı yeniden tevkif edildi ve 33 kişiye idam cezası verildi. Şimdi bunların dosyaları TBMM'de bekliyor. Söylendiğine göre, aralarında olay günü Sivas'ta bulunmayanlar bile var. Biz; "yargı kasten idam kararı verdi" demek istemiyoruz. Ancak adalet tarihleri, adli hatalarla doludur. Bu da her ülkede görülmüştür. Korkarız ki; bu iktidar Apo hakkındaki ölüm cezasını infaz etmek zorunda kalırsa, o 33 genci de asacak. Ölümüz, şehidimiz 30 binken, otuz bin otuz üç olacak. Sivas'ın intikamı olarak, Başbağlar'da katledilen 33 vatandaşımızın da kanları yerde kalacak. Onları acımasızca katledenler, ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşacak. Daha geride de binlerce "faili meçhul" cinayetler var. Ahmet Taner Kışlalı cinayeti de kısa zamanda unutuldu. Böyle bir ortamda adaletin tecellisi kolay mı? Eğer kurunun yanında yaş da yanar kabilinden Apo'yu asma mecburiyetinin hırçınlığıyla, o 33 kardeşimiz de asılacaksa, başlarına çalınsın verecekleri karar! Bu millet hiç mi hain beslemedi? Varsın Apo pisliği de ömür boyu zindanlarda çürüsün. Tabii buna da güçleri yeterse.

Ne demiş atalarımız: "Kılavuzu karga olanın burnu b...tan kurtulmaz."

Bunlar da bağımsız bir devlet olduğumuzu unutur da Batılı efendilerinin ağızlarına bakarlarsa, olacağı budur.

Allah bizi bir an önce bu beceriksiz, korkak, gevşek, sünepe ve iktidarsız iktidardan kurtarsın.

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Mustafa Kaplan Tevbe silahına sarılalım

Kısa zaman içinde ülkenin üzerinden iki büyük zelzele geçti. Rabbimiz bizi arzın eliyle silkeledi. Bu İlahi ikazdan uyanıp kendimize gelecek yerde, ya suçu fay hattıyla Veli Göçer'lere yüklüyoruz, ya da 28 Şubat'çıların sırtına yıkıp kendimizi temize çıkarıyoruz.

Halbuki, umumi belalar, umumi hataların neticesinde beşerin başına çöker. Demek, millet olarak toptan azdık, hepimiz dinin çizgisinden uzaklaştık ki, bela da umumi geldi. Önce bu gerçeği kabul etmemiz gerek.

Öyle değil mi? Radyosu, televizyonu, gazeteleriyle bütün medyamız bizi günahlara çağırmıyor mu? Milletin işlerini tedvir ile vazifelenen zevat, bizi biz yapan değerlere sırtını çevirerek Kur'an'ın lanetlediği bir kavme kucak açmıyor mu? Bizlerin teşkil ettiği grupların başındaki insanlar da, hemen hemen ekseriyetiyle rejime payanda olmaktan vaçgeçiyorlar mı?

Kur'an ve Sünnet yolu unutulmuş, herkesin işkembe-yi kübrasından çıkan fetvalar "din" gibi idrak edilir olmuş. Bin dört yüz senedir Ehl-i Sünnet Ve'l-Cemaat'in sapmadan bize ulaştırdığı hak ölçüler, maalesef reddedilir hale gelmiştir. Allah ve Rasulü'nün ölçüsü hatırlatıldığında, evvela Müslüman kimlikli insanlar feveran eder seviyesine inmiştir.

Haksızlıkların, yolsuzlukların, hırsızlıkların, zinanın, fuhşun, faizin, yalancılığın, sahtekarlığın, sözünde durmamanın, menfaatini esas almanın bataklığı içerisinde bizim insanlarımız kulaç atmıyorlar mı?

O halde, gelin, suçu başkalarında aramak yerine, hepimiz gönülden bir tevbe edelim. İçinde bulunduğumuz ay, mübarek şehr-i rahmettir. Rabbimizin afv ve mağfiretinin coştuğu bir zaman dilimindeyiz. Ağzımızın orucunu açarken, sabahlarda sahura uyanırken, teravihlerde gönüller coşarken; gelin hep birlikte tevbe edelim. Günahlarımızı Mevlamıza itiraf edelim, af dileyelim.

O Rahman'dır. Rahmeti gadabına sebkat eylemiştir. Gönülden kendisine döneni boş çevirmez. Günah yüküyle geldiğimiz kapısında o hamuleyi yakar, ama torbamızı boş da çevirmez. Afv ve mağfiret ihsanıyla dolu gönderir.

Estağfirullah demek çok mu zor? Günahımızı kabul etmek nefsimize çok mu ağır geliyor? Yarın Mahşer günü nasıl olsa bağıra bağıra itiraf etmeyecek miyiz? Va esefa, elimiz boşa çıkmadan önce etsek de, af dilesek olmaz mı?

Ya Rab! Evvela nefsim adına günahlarımı itiraf ediyor, şu rahmet ayında Senin geniş afv ve mağfiretini diliyorum. Günahlarımızdan dolayı başımıza belaları sarma İlahi!

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Serdar Arseven DSP'li vekil, mekruhlara karşı!

E-mail:sarseven@akit.com.tr

Erzurum Milletvekili Fahrettin Kukaraca'nın danışmanı Selami Güder'den sonra, bir başka danışmanı da, "abdest aldığı" için DSP'li vekilin saldırısına uğrayınca, olaya, müdahale etmemiz gerekti.

Bu kez mağdur, Lütfü Esengün'ün danışmanı Bahattin Sungur.

Danışmanın işi çok.

Gelen misafirleri ağırlamak, evrak takibi yapmak, götür getir işlerine bakmak, yerine göre randevular ayarlamak, zaman zaman görevliler yoğun olduğunda çay, kahve taşımak, soru ve araştırma önergeleri için altyapı çalışmaları hazırlamak.

Özellikle misafirlerden ve gelen telefonlardan dolayı masasından ayrılabilme imkanı çok azdır danışmanın.

Lakin, namaz beklemez.

Onun da, kolaylığı her katta, tuvaletin ve lavaboların bulunması.

Danışman, orada abdestini alıp, çoğu zaman, odanın bir köşesinde farzları kılarak işi idare etmek durumundadır.

Bahattin Sungur da, işlerin arasından kaptığı iki dakikalık süre içerisinde, hemen lavaboya uzanıp, abdestini almaya başladığında, karşısında DSP'li vekili bulur.

Lavabo mahalline giden Hatay Milletvekili Namık Kemal Atahan, orada abdest alan danışmanı görünce, uyarır hemen: "Burada abdest alınmaz!"

-Niçin?

-Yasak!

-Öyle bir yasak yok. Abdest almam, herhangi bir hizmeti aksatmıyor.

DSP'li vekil oraya, tabii ihtiyacını gidermek için gelmiştir.

Durumlar hayli kritiktir. Onun için, tartışmaya ara vermek mecburiyetinde kalır.

İçeriye mahrem mahalle girip, işini hallettikten sonra, el yıkamayı bile atlayıp, hemen devam eder münakaşaya.

Abdestini tamamlayan danışmanla vekilin tartışmaları, koridorda da devam eder. Böyle durumlara hayli ilgi duyan necip vatandaşlarımızın da, etrafa doluşmasıyla, hayli ilginç bir ortam meydana gelir.

-Abdest alırım. Buna karışmaya hakkınız yok.

-Var.

-Yok.

-El kol hareketi yapma.

-Siz de saygısızlık etmeyin.

Avrupa'ya yakınlaşmak için otuzbin kişinin katili olduğuna hükmettiği bir adamı asmaktan imtina edebilen rejimin meclisinin belli bölümlerinde abdest almak yasak!

Olayı biraz daha deştiğimizde, bunun, sadece DSP'li vekilin şahsi tutumundan kaynaklanan bir eylem olmadığını gördük.

Meğer, DSP'li Meclis İdare Amiri Hakan Tartan da, "abdest alınmasına karşıymış" o lavabolarda. Gerekçe "pislik oluyor, yerler kirleniyor."

El insaf!

xxx

Bahattin Sungur'a ve lavabolarda abdest almak isteyen Müslümanlara karşı niçin böyle bir tutum takındığını bizzat eylemci vekile sordum.

Önce, "Orada abdest almayı sayın Tartan yasakladı" dedi.

Tartan'ın öyle bir yasak çıkartmaya yetkisinin olmadığını bilmiyordu.

Hatırlattım.

Ardından şunu sordum: "Diyelim ki, sayın Tartan'ın yetkili olduğunu düşünüp, mevzuatın uygulanması yönündeki hassasiyetinizden dolayı abdest alan danışmana böyle davrandınız. Siz her zaman böyle kurallara sadık olur musunuz?

Soru, vekilin hoşuna gitmişti: "Evet efendim, ben her zaman böyleyimdir? Kurallara saygılıyımdır? Kurallara uymayanları uyarmayı görev bilirim."

Allah seni bu millete bağışlasın.

-O zaman abdest işinden önce, yapman gereken bir iş var.

-Nedir o?

-Meclis kulisinde, bir kanun her gün çiğnenmekte.

-Hangi kanun?

-Toplu yerlerde sigara içmeyi yasaklayan kanun.

-A. O mu? kulislerde içiliyor, evet.

-Kulisteki bu illegal faaliyete müdahale ettiğiniz oldu mu?

-Olmuştu.

-Hangi milletvekilini uyarmıştınız?

-Hatırlamıyorum.

-Uyardığınız vekilin ismini hatırlamıyorsunuz. Elinden ağızlıkla sigarayı düşürmeyen Mesut Yılmaz'ı uyarsaydınız.

-Buradan nereye gelmek istiyorsunuz?

Nereye gelmek istediğimizi izah etmemiz zaman aldı. Ama sonunda anladı.

-Ben abdeste, namaza düşman değilim. Beni yanlış anlamayın" dedi.

Sonrasında ise, ilginç bir şey söyledi: "Aslında ben de cumalara giderim."

-Allah kabul etsin.

-Ben de, dindar bir insanım.

-Ne güzel.

-O gence, orada abdest almak mekruh olduğu için uyarıda bulunmuştum.

-Öyle mi?

-Gerçekten öyle.

Ne güzel. Daha dün, Allah'ın farz kıldığı başörtüsüyle Meclis'e geldiği için, hanım vekile "dışarı, dışarı" sloganıyla hücum eden vekillerden Namık Kemal Atahan, bugün, mekruhları bile inceden inceye elemeye başlamış.

Mekruhlardan şahsen kaçınmayı da aşmış.

Etraftakilerin mekruha bulaşmamaları için çaba sarfetmekte.

Mübarek Ramazan'a böyle bir görüntüyle başlamaktan büyük mutluluk olur mu?

Sayfa Başına Dönmek İçin Tıklayın

Yaşar Kaplan Allah'ın birleştirdiğini ayırmamak/2:

E-mail:ykaplan@akit.com.tr

Allah'ın birçok değil, bir tek dini vardır.

Yüce Allah (cc), Kur'an-ı Kerim'de, birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırmamak gerektiğini ısrarla vurgulamakta ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranları Kur'an üslubu ile uyarmakta, hatta tehdid etmektedir.

Allah'ın birleştirilmesini istediği, ayrılmasını istemediği şeylerden birisi de, Peygamberleri (aleyhimüsselam) ve Paygamberleri vasıtasıyle gönderdiği dinidir. Yüce Allah bütün Peygamberlerini aynı amaç ve aynı mesajla göndermiş, değişik zamanlarda, değişik isimler taşıyan Peygamberlerle değişik dinler, değişik mesajlar göndermemiştir. İlk Peygamberler ile gönderdiği mesajını daha sonraki Peygamberler ile (haşa) değiştirerek, tabir caiz ise revize ederek, yeniden gözden geçirerek göndermemiştir. İlahi mesajın özü, ilkinde nasılsa, sonuncusunda da aynen korunmuştur. Yüce Allah'ın böyle şeylere ihtiyacı yoktur. O, insanlarda olduğu gibi kendisini geliştirmek ya da görüşlerini değiştirmek gibi şeylerden münezzehtir.

Allah indinde din tek, yani Allah'ın tek dini var, birkaç dini yok. Hepsinin de adı aynı. Allah bir din göndermiş ve bu dinin adını da koymuştur. Allah katında tek din vardır, onun adı da İslam'dır. Hz. Musa ile gelen de İslam, Hz.İsa ile gelen de İslam, Hz. Muhammed Mustafa (aleyhimüsselam) ile gelen de İslam. Ama önceki Peygamberlerin tebliğleri, mesajları zamanla tahrif edilmiş, bozulmuş. Bunun üzerine Yüce Allah (cc), mesajını son kez bir daha tecdidi gerekli görmüş. "Din olarak sizin için İslamiyet'i beğendim." (Maide, 5/3), yahut "Allah katında din, şüphesiz İslam'dır" (Al-i İmran, 3/19) ayetleri bu gerçeklere işaret etmektedir. Ama bu açık uyarılara rağmen insanlar, Allah'ın dinini fırka fırka ayırmış, Peygamberleri arasında ayrım yapmaya başlamışlar...

Yüce Allah, Peygamberlerinin de birbirinden ayrılmasını istememektedir. Rasuller (aleyhimüsselam), kendilerine gelene de, kendilerinden önceki elçilere gelenlere de tam olarak iman ederler. Rasuller arasında hiçbir ayrım gözetmezler. Böyle bir ayrıma Yüce Allah ruhsat vermemektedir.

Kur'an bu gerçeği Bakara Suresi'nin iki değişik ayetinde vurgulayarak hatırlatmaktadır.

"Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rabbleri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırdetmeyerek inandık, biz O'na teslim olanlarız" deyin." (Bakara, 2/136)

Bakara'nın sonlarına doğru yer alan ve özellikle yatsı namazlarından sonra okunması alışkanlık haline gelmiş bulunan şu ayet de aynı gerçeğe işaret ediyor:

"Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine inandı. "O'nun, Peygamberleri arasında hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş Sanadır" dediler." (Bakara, 2/285)

Al-i İmran Suresi'nde de aynı noktaya temas eden şu ayetler yer almaktadır: "Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuştur, O'na döneceklerdir. "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına indirilene, Rableri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene inandık, onları birbirinden ayırt etmeyiz biz, O'na teslim olanlarız" de. Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir. İnandıktan, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkar eden milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimleri doğru yola eriştirmez. İşte bunların cezası, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lanetine uğramalarıdır." (Al-i İmran, 83-87)

Biz mesajımızı Hz. Muhammed Mustafa'dan aldığımız için, onun ümmetindeniz. Ama bu Peygamber ayrımı yapmak anlamına gelmemektedir. Allah'ın dininin tebliğinde ve hayata tatbikinde hizmeti geçmiş bütün Peygamberleri, Kur'an buyruğu doğrultusunda, fark gözetmeksizin kabullenmek gerekmektedir. Bu durumda, "bizim Peygamberimiz" yahut "onların peygamberi" ayrımı hoş değildir. Hepsi bizim peygamberimizdir ya da hepsi onların peygamberidir. Herkesin teslim olmak zorunda olduğu gerçek budur.

Allah'ın tek olan dinini İsevilik, Musevilik, Muhammedilik diye isimlendirenler de Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranlardır. Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranlar, Kur'an'ın beyanına göre, hem dünyamızı fesada vermekte, hem de kendi ahiretlerini harab etmektedirler. Ahireti henüz göremiyoruz, ama dünyamızı fesada verdiklerine biz de gözlerimizle tanık oluyoruz.